3 Mart 2011 Perşembe

Makale-Harun Yavruoğlu












ÜSLUP
Tarih: 26.12.2009 Değerli okurlarım!
Sanırım pek çoğunuz bilir; köşe yazarlığımın yanı sıra
bendeniz mizahçıyımdır aynı zamanda.
Ödüller almış karikatür kitapları yayınlanmış bir mizahçıyım.
Zorlukları aşmada insana tahammül gücü verir mizah.
Hatta gelişmiş pek çok ülkede mizah: toplumsal terapi olarak faydalı faaliyetlerden sayılır.
Ancak ne yazık ki özellikle son iki yıldır ülkemizde yaşanan ürkünç gelişmelerden ötürü bu köşemde mizah yapmayı
cenaze ortamında fıkra anlatma ukalalığı olacak düşüncesiyle
layıkıyla yapamamaktayım.
Yani sadece sözün değil, mizahın da sustuğu günler yaşamaktayız...
Siyaset bilgiyle ve olgunlukla, devlet adamı duruşuyla değil,
“delikanlı” ayaklarıyla yapılmakta artık.
Ayrıca bu “delikanlı ayaklarına” sözde aydın kabul edilen şöhretli kalem erbabı şavalak zirtopozlar destek verirken,
Türk askerine: Faşist ve ihtilalci muamelesi çekilmekte.
Mahkemeler muhakeme edilmekte,
verdiği tüm kararlar eleştirilmektedir.
Karar iktidarın lehine ise muhalefet kin dolu nefretler pompalamakta,Karar iktidarın aleyhine ise, Muhalefet zil çalıp oynamaktadır. Hatta bütün kurumlar güvenilmez olmuş, adeta tuz kokmuştur.
Evet aylardır sözde açılım yapılmakta ama açılım yerine yakası açılmamış küfürler dolaşmakta siyaset arenasında...
Üslup sukoyvermiş durumdadır artık.
Huzuru, demokrasiyi getirecek,
plan proje ve akılla yapılacak açılıma karşı olmamız mümkün değildir.
Ancak görülüyor bu açılım falan değildir.
Bu gerilimdir. Hatta yüksek gerilimdir bu.
Geri dönülmez bir cinnet yolunda girilmiştir.
İşte son olarak Diyarbakır Belediye Başkanı hükümet yetkililerine
partilerinin amblemi olan meşe ağacını kastederek:
“Meşe ağacının dalları nerenize battı ey hükümet!
Demekte...
Hatta bununla da yetinmeyip;
“Has..tır!”
Diyebilmekte, ve bu iğrenç sözlerine karşılık hiçbir pişmanlık
duymamayı, sözde delikanlı siyasetin çığlığı olarak görürken,
üslubunun;
Bahçelinin,
Erdoğan’ın
ve Baykal’ın kullandığı aşağılayıcı
üsluba paralel olduğunu vurgulamaktadır.
Görülüyor ki; problemleri çözmek amacıyla diyalog aranmak yerine;
ortaya sürekli balgam atılmaktadır...
Yok hayır!
Bu ölüsü kınalı ve ağzı bozuk zihniyet artık topu atmıştır.
Artık umudum bitmiştir.











VUR VUR İNLESİN!


Tarih: 19.12.2009
Özelleştirme nedeniyle mağdur edilen TEKEL işçilerinin eylemlerine polis; su, göz yaşartıcı gazlar ve coplarla müdahale etti...
Bu müdahale sırasında, çok sayıda işçi fenalık geçirdi. Polisin, işçilere yönelik kullandığı gaz bombasının tesiriyle bazı işçiler baygınlık geçirdi.
Eylemcilerin bir kısmı polisten kaçarak, Abdi İpekçi Parkı`ndaki havuzun buz gibi sularına balıklama dalmak zorunda kalırken, çok sayıda işçi de müdahaleyle birlikte kara hurma kütükleri gibi yerlerde sürüklendiler...
Çocuklarının eğitimleri için.
Gelecek endişelerini gidermek ve insanca yaşamak için
anayasa ve yasalardan doğan demokratik tepki göstermek haklarını kullanırken yaşandı bütün bunlar...
Hatta bu eyleme destek veren bazı milletvekillerinin de üzerlerine biber gazı sıkıldığı ve copla dövüldükleri gözlendi.
Günlerden 17 aralık, mevsim kıştı.
Ankara soğuktu
İnsanı canından bezdirecek kadar soğuktu.
Ama onlar gelecek endişesini gidermenin yolunun AK PARTİ genel merkezinden; Başbakanın iki dudağından geçtiğini düşünüyorlardı.
Hatta hak aramanın onları umutlarına taşıyacağını sanıyorlardı.
Hem değil mi ki iktidar; imkansızlara kömür, buzdolabı,çamaşır makinesi... Dağıtıyordu.
Ve hatta valileri dahi bu dağıtım işlerinde bizzat görevlendiriyordu.
Ellerinde silah yoktu.
El bombası yoktu.
Molotofkokteyli yoktu.
Türk bayrağı vardı ellerinde.
Bir de borç listeleri...
Ve sonra...
“Dağılın!” Diyen eli coplu, gaz bombalı, beli silahlı polislerin
hışmına uğradılar.
Koca koca adamların onurları kırılmış, aşağılanmış, canları yakılmış ağlıyorlardı...
Ve iç işleri bakanımız: “polis silah kullanmadı!” diyor.
Hay Allah razı olsun! İyi ki kullanmamış.
Evet devlet kamu mallarını özelleştirmiş.
Neden: Kamu yararı için.
İyi de devlet “aç kaldım” diye hakkını aramaya kalkan kamuyu neden coplatıyor, tekmeletiyor, biberletiyor?
Üstelik vuslat gününde.
Bu insanlar alın teriyle ekmek parası kazanmak isterken;
Cam, çerçeve mi kırmışlar?
Silah mı kullanmışlar?
Devlete bayrağa, millete saygısızlık mı etmişler ki tehlikeli görüldüler, ve öldürülesiye dövüldüler.
Üstelik coptan nasibini fazlasıyla alan bu işçilerimizden birinin çocuğunun adı Recep Tayyip’miş
Niçin bu kin?
Niçin bu hoş görüsüzlük?
Niçin bu gerilim?
Sahi niçin?









GÜZEL ŞEYLER OLACAKTI...

Tarih: 12.12.2009
Evet sayın devlet büyüğümüz “güzel şeyler olacak” dediği zaman
doğrusu ben de ülkemde yaşanan onca huzursuzluklardan sonra bir bildiği olmalı diye umutlandım...
Öyle ya bildikleri şeyler var ki güzel şeyler olacak demişlerdir.
Bu öyle “Her şey güzel olacak” filminden esinlenmiş bir temenni değildi ya.
Ancak aradan yaklaşık altı ay geçti. Bırakın güzel şeyler olmasını
huzursuzluklar daha da katlandı.
Millet açlığını, işsizliğini, geçim derdini unuttu.
“Ne olduk, nereye gidiyoruz?” Kaygısına düştü.
“Güzel şeyler olacak!...”
İyi de bu sözün ardından altı ay geçti ülkede güzel bir şeyin numunesine rastlandı mı?
“Yoksa gözleri(miz) var görmüyor, kulakları(mız) var duymuyor” muyuz...
Bu uğursuz açılım büsbütün yıprandı ve tepemize tırmandı terör.
Küstah PKK’lılar on binlerce taraftarının eşliğinde ve zafer edasıyla güneyden yurda giriş yaptılar... Ki ne giriş.
Ardından bu zat-ı katiller görülmemiş bir hukuki hoşgörüyle derhal özgürleştirildiler.
Ve sonra da çıkarıldıkları otobüslerin üzerinden devlete karşı hava ata ata Diyarbakır’a teşrif buyurdular...
Yeğenim Ahmet soruyor bana: Dayıcım şimdi bu durum nedir, Türk ordusu bu çapulculara yenildi mi?
Adam haklı. Zira her bakan göz fark ediyor bu çirkin manzarayı umumiyeyi.
Öyle ya nispet yaparcasına, küfredercesine, gözdağı verircesine sözde vakur edalarla, alkış ve zılgıtlarla ülkemin topraklarına giriş yapan vicdansızlar
yaptıkları onca alçaklıktan hicap duymamış, yüce devletin şefkatli ellerine teslim olmamış, terörist başı Apo efendileri öyle istemiş diyu lütfetmişler.
Evet devlet ne kadar el uzatmış ise, bunlar o denli densizleşmişler.
Meğer “açılım” yapalım derken gerilim yapmışız.
Güzel şeyler beklerken, kusacak hale gelmişiz.
İşte karşınızda Adana’nın Mersinin İzmir’in İstanbul’un halleri.
Diyarbakır, Van, Şırnak...
Tamamen savaş meydanlarına döndü vatanın dört bir yanı.
Türkiye nefesini tutmuş açlığını unutmuştur.
Unutmuştur işte.
Karısıyla, sevgilisiyle konuşmalarını birileri dinliyormuş ya varsın dinlesin.
Dinlesin de; şu ulus devlet: “aldı başını gidiyor mu?” duygusu katlanılır gibi değil.
Nerede yıllar önce teröristin ölüsüne sahip çıkmayan o mahcup Kürt insanı? Artık ölüsünü o da şehit kabul etmekte...
Binlerce,on binlerce kişinin katılımıyla toprağa vermekte ve Türkiye Cumhuriyeti’ne verip veriştirmekte...
Maalesef cin şişeden çıkmış ama öyle iyi huylu bir cin değil bu. Bu ahlaksız ve yamyam bir cindir ve son olarak Tokat’ta yedi Mehmetçiği yemiştir.
Ortada güzel olan hiçbir şey yoktur ve halkın morali çok bozuktur.
İktidarın da muhalefetin de morali bozuktur.
Artık ülkede gönül birliğimiz kalmamıştır, lakin daha önemlisi
derhal akıl birliğine ihtiyaç vardır.
Yoksa güzel şeylerin olacağı yok.












ŞENOL GÜNEŞ


Amatör sporculuk yıllarından tanırım.
Ağırbaşlı.
Olgun.
Kendini taşımasını bilen.
Yolunu, çizgisini çok öncelerden planlamış, hedefine tavizsiz yürüyen bir spor adamıdır.
Çok erken bir yaşta Trabzonspor kalesine geçmiş ve yıllar yılı o kalede kale gibi durmuştur.
Yıllarca Türkiye liginin en az gol yiyen kalecisi olmuş.
Çünkü işini ölçüsüz önemsemiştir.
O top rakip kalede iken topu takibe başlıyor ve kalesinde ona göre pozisyon alıyordu.
Kalecilik için hiç de uzun sayılmayan boyuna rağmen hava toplarında hiçbir zaafı görülmemiştir.
Son derece sportmendi.
Olayları yatıştırır, hakemlere yardımcı olurdu.
Kırmızı kart gördüğü görülmemiştir.
Cesurdu.
Takımı için otuz iki dişini feda edebilen bir kaleciydi.
Önsezileri yüksekti.
Kalesinde son derece çevikti ve yakın mesafeden gol yemesi çok zordu.
Yıllarca milli takımda Trabzon’umuzu ve Trabzonspor’umuzu başarıyla temsil etmiş, yıllar yılı Trabzonspor’un ve Milli futbol takımının kaptanlığını yapmıştır.
Antrenörlükte de oldukça başarılı olmuş.
Trabzonspor’a iki defa Türkiye ligi ikinciliği ve kupalar kazandırmıştır.
Başaralı olmanın anlık tedbirlerle olmayacağına inanmış, çağdaş futbol için çağdaş sistemin oluşturulmasını savunmuştur.
Milli takımın başına getirilmesi bazı çevreleri orta yerinden çatlatmış, her fırsatta bu İstanbul zıpırları aksanıyla, saçıyla, giyimi kuşamıyla dalga geçerken o Türkiye’mizi tarihinde ilk defa dünya 3 üncüsü yapmayı başarmış bir spor adamı olmuştur.
Kendisini çekemeyen o cahil şekilcilere:
“Delikanlıyım.
Adamım.
Trabzonluyum...” Diyerek konumunu vurgulamıştır.
Ayrıca Türk Antrenörlerden dışarıda en uzun süre kalan ve en başarılı olan bir onurlu spor adamıdır.
Sevgili Trabzonlular!
Böylesine hayatı başarılarla dolu bir cevherimiz var iken artık layıkıyla kıymetini bilelim.
Hiç değilse Koreliler kadar bilelim.
Bilelim ki tecrübelerini, çalışma azmiyle takıma yansıtması mümkün olsun.
Unutmayalım ki kalıcı başarılar için alt yapı, sistem ve zaman gerekmektedir.
Hoş geldin Şenol Güneş!
Hoş geldin umut!









ANLAŞAMIYORUZ


Anlaşmazlıklarımız hızla şiddeti tetiklemekte ve çatışmaya dönmektedir.
Hoşgörü ve duygudaşlık en çok eksikliği hissedilen noksanlıklarımız arasında yer almaktadır.
Evet, sonuçta ortak noktayı bulamıyor, bir türlü anlaşamıyoruz.
Hadi anlaşamamakla kalmayıp adeta savaşıyoruz...
Ve çatıştıkça ayrışıyoruz, kamplaşıyoruz...
Laikçiler anti laikçiler ile anlaşamıyor, birbirlerinden nefret ediyor, ayrışıyorlar.
İkinci cumhuriyetçiler, ulusalcılarla anlaşamıyor, kapışıyorlar.
Anne baba çocuklarıyla çatışıyor. Bu çatışmalar artıkça sokaklarımızda elleri bıçaklı yüzleri solgun psikopat “sokak çocuklarımız” oluyor...
Farklı kuşaklar çatışıyor.
Artık nikâhta keramet bitmiş, birliktelikler pazara kadar sürmekte,
Anlaşamıyoruz...
Anlaşamıyoruz ve durum oldukça vahimdir aslında...
Öyle zevkler ve renkler meselesi değildir bu.
Esnaflar bir biriyle anlaşamamakta,
Aynı sanatla iştigal ediliyor olunsa da;
Edebiyatçılar,
Gazeteciler, hatta bilim adamları her fırsatta bir birlerinin kalemini kırmakta, her daim hır çıkarmaktadırlar...
Aynı durum ne yazık ki din ile iştigal eden şahsiyetler arasında da yaşanmaktadır.
Bu kutsal uğraş mensupları da ne yazık ki, birlerinden nefret etmekte, hatta bir taraf diğerini acımaksızın cehenneme postalamaktadır...
Kardeş kardeşin öldüğünü istemese de, olduğunu da hazmedememektedir.
Çelişkileri, çarpıklıkları ve haksızlıkları çizgileriyle dile getirme amacını güden karikatüristler dahi bu onurlu uğraşa rağmen birbirlerini acımasızca hançerlemektedir.
Anlaşamıyoruz... Ülkeler halklar anlaşamamakta savaşmaktadır.
Durum siyasi arenada da aynıdır.
Demokratlık sözde kalmakta, imkân dâhilinde iktidar muhalefeti ortadan kaldırmaya çalışmakta, muhalefet ise fırsatını bulduğunda iktidarı çiğ çiğ yemektedir.
Akraba, akrabayı akrep görmekte,
Komşu, komşusunun külünü suratına çarpmakta, yüzüne bakmamaktadır.
Kiracı ev sahibini bal kabağı sanmakta, İmam müezzinin canına ezan okumaktadır.
Anlaşamıyoruz, anlaşamıyoruz işte...










DOMUZUN GRİBİ
Bunca derdin arasında bir domuz gribimiz yoktu o da oldu sonunda.Domuz gribi üzerine günledir haber üstüne haber...
Domuz gribine rastlanıldı diye okullar birer hafta kapatılıyor.İyi de bir hafta sonra yine bir domuz gribi vakası olduğunda anlaşılan yine kapatılacak.Sonra yine üç kişide beş kişide daha rastlandığında tekrar kapatılacak.
Bu tuhaf telaşa ne gerek var.Domuz gribi olan okul değil ki kapatıyorsunuz.Hastalanan öğrenciyi kontrol altına alın eğitim devam etsin...
Domuz gribine karşı dünyada ilk önlem alan ülkelerden biriymişiz.Zira ülkemizde bu domuz gribi şehir efsanesine dönüştü.
Televizyonlar...
Haber programları...
Sağlıkçılar...
Etkililer, yetkililer...
Kıyametler kopuyor...
Neymiş domuz gribi hızla yayılıyor.
Türkiye bamyatarlasına dönecek havası estirilmekte, adeta bir boğuntuya getirilmekteyiz...
Ancak, daha aşıya başlanılmamış olunmasına rağmen bu domuzun dölü olduğu iddia edilen grip; domuzdan insana değil, insandan insana bulaşmakta olup,bu güne kadar bu meretten ölenlerin sayısı önce iki kişi olarak açıklanmış, fakat daha sonra bir kişi olduğu tespit edilmiştir.
Evet, toplam ölü sayısı bir kişi olmasına karşın cami cemaatine maskeler dağıtılmakta,
Okullar kapatılmakta,
Halka bayramlarda büyüklerin elinin öpülmemesi salık verilmekte.
Hatta sokağa çıkılmaması önerilmekte iken, buna mukabil
29 Ekim Cumhuriyet bayramı törenlerinde Cumhurbaşkanı yüzlerce protokol mensuplarıyla tek tek tokalaşmıştır.
Tokalaşmak istemeyen zevatın sanırım mazeretleri “domuz gribi” olmuştur.
Yahu işin tuhaf tarafı; Müslüman olmayanlar domuzun etini yiyip sefasını sürerken bize de cefasını çekmek kalmaktadır.
Öte yandan bir Müslüman’ın domuz gribinden ölmesi de ağır geliyor olmalı ki, yaşanan bu panik, bu telaş ondandır aslında.
Yoksa bu gribin adı deve gribi olsaydı eminim ki bu korkunun yüzde biri olmazdı bu insanlarda...
Ama domuz gribi işte öldürmese de yakalanması bozar bizi icabında.
Rahmetli şair Can Yücel kanser hastası olduğunu öğrendiğinde korkacağına, üzüleceğine kahkahayı basar. Yakınları onun bu vakur duruşuna şaşırdıklarında; o “ne yani koskoca bir Can Yücel gripten mi ölecekti. Elbette bana da kanserden ölmek yakışır” demişti. Ve öyle de öldü.
İşte bizimkisi o misal.
Müslüman dünyasında domuz gribinden ölelim, olacak şey değil tabi.
Ayrıca insanlar bu domuz gribi olmaktan çok sinir hastası olmuşlardır.
Kamplara ayırmıştır, bir taraf diğer tarafın aklına tükürmektedir sürekli.
Aşı vurulacaklar AK Partili kabul edilirken, vurulmayacaklar muhalif sayılmakta.
Muhalifler,” aşının yan etkisi var biz kobay mıyız?” demekte. Aşı vurulma taraftarı olanlar ise, domuzun şerrinden ilaca kudretine sığınmaya çoktan karar vermişler.
Büyüklerimiz boşuna dememişler; “Ayıdan post, domuzdan dost olmaz” diye.










Öfke Gelir Göz Kararır Öfke Gider Yüz Kızarır


Hepimizin bildiği bir fıkradır; Hoca birbiriyle husumetli olan iki komşusunu dinler ve ikisine de “haklısın” der. Bu duruma tanık olan karısı; “yahu hoca bu nasıl yaklaşımdır. İkisine de haklısın diyorsun. Oysa bunlardan birisi haklı ve diğerinin de haksız olması gerekirdi” deyince bizim Hoca; karısına da “haklısın” demiş.
Ancak benim anlatacaklarım bunun tam tersi bir durum.
Bizimkisinde her iki tarafa da “haksızsın” demek gerekiyor...
Öyle ya, bir tarafta senden başka kimsesi olmayan ve topraklarının beşte biri Ermenistan tarafından işkâl edilen ya da ettirilen bir Azerbaycan’ı, Ermeni sevdasına unutuverdik adeta.
Oysa Bu Kardeş Ülke Daha Çok Küçük.
Türkiye’nin Ermeni girişimlerinden sık sık küsmekte ve “ben ne olacağım!” telaşına düşmektedir... Fakat ne yazık ki bu iki kardeş ülkenin mevcut sorunları, olması gererken ilke, prensip ve üslupla değil, kendilerince abuk ortaya koydukları tepkilerle ifade ederek yeri göğü ayağa kaldırmaktadırlar.
Ancak Bununla Da Kalmayıp,
Semalarında dalgalanan ve Azeri Türklerinin şerefine emanet Türk bayraklarını hiç düşünmeksizin gönderden indirebilme cüretinin gösterilmesi, kardeşliğimizin ne denli kolay gözden çıkarılıp düşman pozisyonuna dönüştüğünü de göstermektedir.
Kaldı ki o bayraklar Azeri halkının özgürlüğü için o topraklarda şehit olan öz be öz Türk evlatlarıdırlar.
İşte Azerbaycan Türk halkının kardeşliğini dosta düşmana gösteren o şehitlikteki Türk bayrakları oradan indirilmemeliydi.
Kaldı ki, indirmekle kalmamışlar bayrak direklerini de oradan söküp atmışlar.
Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun konuyla ilgili olarak ilgililerle yaptığı temaslara verilen cevaplarda ayrıca moral bozucudur.
Yazık! Anlaşılan Azeri halkının şimdiki temsilcileri Türk Azeri kardeşliğinin şuurunda olabilmirler.
Azerbaycan’ın “kardeş” dediği Türkiye’ye reva gördüğü bu düşmanca tavır ilerideki yıllarda da unutulması oldukça zor olacaktır.
Kaldı ki Türkiye, bayrağını gönderden indirilmesine kolay kalay tepkisiz kalmaz, ve kalmazdı. Bunu Rumlar iyi bilir. Zira sınırda Türk bayrağını indirmek için göndere tırmanan bir Rum gözü karasının yıllar önce Kıbrıs’ta Türk askeri tarafından dünyası karartılmış, direkten canlı yere inememiştir. Ama ne çare ki Türk’e bu hakareti reva gören kendi öz kardeşimiz.
Bu yakışıksız, bu kardeşlikle bağdaşmayan ayıplı fiilin öznesi olan Azerbaycan son derece yanlış yapmıştır.
Ancak bir yanlışlık daha vardır ki o yanlışlık da bize aittir.
Bursa’da oynanan Türkiye Ermenistan milli maçında Azerbaycan bayrağının stadyuma sokulmayacağını günler öncesinden deklere ederek, daha sonra bunu FİFA kanalıyla gerçekleştirmiş olmak ta Azeri kardeşlerimizi içten yaralaması bakımından apaçık bir haksızlıktır.
Ama dünya ülkeleri böyle bir toplu durum belirlemişlerdir.
Evet, ne yazık ki, Ermeni’yle dost olmanın bedelini Azer kardeşini kaybetmekle ödeyeceksin şeklinde bir kurnaz plan tasarlanmıştır. Ve bu plan ne yazık ki bu günlerde Gerçekleştirilmektedir.
Şimdi bizim için, içinde bize karşı asla bir sevgi kırıntısı dahi olmayan fakir bir dostumuz(!) olurken, toprakları yeni dostumuz tarafından ele geçirilmiş, onurlu, zengin ve gözü yaşlı, kalbi kırık ve bize küs bir kardeşimiz var.
İşte bu durumdan ötürü biz de çok hatalı vaziyetteyiz.











ŞOFÖR  BEY!


Önceki gün şehir merkezine gitmek için dolmuşu tercih ettim.
Aracımıza son yolcunun da bindiğini artık hareket zamanının geldiğini görevli sürücü kardeşimize söz ve manidar mimikleriyle hatırlatınca oturmakta olduğu çay ocağından gelerek ve hiç kimse ile selamlaşmaksızın aracı hareket ettirdi.
Bu sıra da bir yolcunun üstten gidebilir miyiz sorusuna bir başka yolcu hayır, ben aşağıdan gideceğim şeklinde cevaplaması neticesinde güzergâh işi hayırlısıyla ve erkenden belirlenmiş oldu.
Azami beş kilometre sürecek yolculuğumuzun atmosferine bakılırsa yolcular tatsız sürücü tuzsuz haliyle ortam da mutsuz gibiydi.Yolun ortalarında bir yolcu inmek istediğini seslenir, ancak şoför daha da hızlanmıştır. Duymamış olacağını düşündüğümden sürücüyü bir de ben uyardım sessiz ama sert bir şekilde yolcunun inmesini sağlamak için aracı sağa yanaştırdığında bayan iki üç yüz metre geriye yürümek zorunda kalmanın sinirliliği ile söylenmeye başlamıştı bile.
Şehir meydanına yaklaştığımızda hemen şoförün arkasında oturmakta olan düzgün giyimli bayan inmek istediğini belirtmesine karşın bizim sürücü öncesinde olduğu gibi duymazdan geliyor ve gittikçe gidiyordu.İnmek isteyen bayan ve biz diğer yolcular şoförün bu umursamazlığına hiçbir anlam veremiyorduk.İnmek isteyen bayan;
dursana kardeşim neden durmuyorsun şeklinde çıkışmasına aynı sertlikte;Sizi burada indirirsem 52 milyon cezası var ödeyecek misin?
Neden şimdiye kadar indiriliyordu, şimdi mi değişti. Bak diğerleri indiriyor.
Beni ilgilendirmez.Ve kapı açılıyor bayan hışımla iniyor.Dayanamıyor şoföre önce adını soruyorum. Y… diyor.Bak Y. Diyorum. Burada gördüğüm kadarı ile müşteri memnuniyetini hiç dikkate almamışsın.
Yolcu varsa iş vardır. İş varsa para vardır. Para varsa aş vardır, ekmek vardır. Onun için müşteri her zaman haklıdır. Kaldı ki haksız olsa da ne fark eder, müşteri ile konuşun, selamlaşın.
Müşteriyi istediği yerde indiremeyecek durumda iseniz ki bu da çok normaldir. Bu durumda, bunu yolcunuza münasip bir dille söyleyin… Dediğimde gördüm ki benim anlattıklarım Bay Y.ye hikaye, dahası dede korkut maslı gibi gelmekteydi. Dayanamadım indir beni Y. Dedim.Ve yürüdüm bu şehrin yürünmez kaldırımlarından. İnsanların beni dövercesine itmesine, çarpmasına çıtımı çıkarmadan yürüdüm.
Hayır! Biz bu değildik.
Vallahi de biz bu değildik.
Konuşurken yüzü kızaran, büyüklerine saygılı küçüklerini seven, kendinden emin, konuşkan ama asla geveze olmayan samimi insanlardık.
Bu vahşi kapitalizmin havası çarptı bizi, sarhoş olduk adeta.
Bu böyle gitmez önlem almalıyız diye söylendim.
Diğer meslek erbapları gibi şoför esnafı da toplumda saygı görmek istiyorsa lütfen mesleğin gerektirdiği inceliklere tavır ve davranışlarına dikkat etmelidir. Bir oto kontrol sağlanmalıdır.
Çünkü müşteri olmadan bu sektör yaşayamayacağı gibi bu sektör olmadan da müşteri hayatını kolaylaştıramaz.
Hayat zaten yeteri kadar zor, daha da zorlaştırmamak gerek.
Kaldı ki eşimizi, kızımızı çocuğumuzu dahası canımızı emanet ettiğimiz şoför kardeşlerimizden biz yolcularına biraz saygı lütfen! Zira biz müşteri olarak yolculuk sırasında onların araçlarında misafirleriyiz.
Ve misafir nezaket ve saygı ister
Öyle değimli sevgili Y. Kardeşim.












Alma Mazlumun Ahını

Çağları değiştiren.
Padişahlar vezirler yetiştiren.
Gurbetçilerin umut şehri taşı toprağı altın İstanbul.
Onca şiirlerin yazıldığı şarkıların söylendiği başka bir şehir yoktur sen gibi.
Yoktur senin kadar sevilen bir şehir daha bu cihanda İstanbul.
İmparatorlukların incisi entrikalar birincisi İstanbul.
Ve Bencilsin, sevgilinin sevdasını elinden alan aşüftesin aynı zamanda İstanbul.
Bakmalara doyulamayan, gözler kapalı dinlenen Nazım’ın dokuz tepeli şehrisin aynı zamanda.
Ve de aşkın ve nefretin kardeş, kardeşin kardeşe düşman, gözyaşının kan olduğu şehirsin İstanbul.
Alma Mazlumun Ahını!

Yine yaptı yapacağını...
Üç yıldır kendi öz vatanında esaret yaşamakta olan
Filistin halkına İnsani yardım için giden gemilere saldırdı.
Hem de uluslararası sularda.

Gemilerde 32 Milletten;
Müslümanlar,
Hıristiyanlar,
Kadınlar,
Erkekler,
Yaşlılar,
Gençler ve çocuklar...
Ve utanmadan,
Ve Allahtan korkmadan gerçek mermiler kullandı bu
kanlı sırtlan sürüsü...
Vurdu, öldürdü, yaraladı...
Öldürdüklerini öldürdü ya, kalan yaralıların dahi ellerini kollarını bağladı.
Peki neden?

Çünkü İsrail tarafından üç yıldır dünyadan tecrit edilmiş
Filistin halkına,
Çocuklarına,
Kadınlarına,
Yaşlılarına
Gemilerle ilaç, mama, süt götürülmekteydi.

Dünya bu güne kadar düşmanın da böylesine;
arsızını, ahlaksızını,merhametsizini ve alçağını hiç görmedi.
Bu görülmemiş alçaklığa; iyice görülecek, duyulacak bir tepki de gelmedi.
Özellikle şu din kardeşlerimiz Araplardan.
Batı İsrail için ancak: “orantısız güç kullandılar” derken,
Ramazanlarda Beyaz Sarayda iftar yemeği veren Büyük Dostumuz ve Müttefikimiz Aziz Amerika ise: “Bu hüzünlü durumun nedenlerini araştırıyoruz!” sözünün ardından bilmem kaç bininci kez “İsrail’in yanındayız!” mesajını vermiştir dünya aleme.

İşte böyle diyor Türkiye’min dostları:
Türkiye ve Müslümanlar söz konusu olunca işte böylesine ikiyüzlüdürler.
Ayrıca; bu gün İsrail’in başında bulunan geçmişinde bar fedailiği ve kadın kılığında adam öldüren bu zirtapoz katillerden başkası beklenemezdi.
Dünyanın başına bela olan bu şerefsizlik Türkiye’ye de hasımca tavırları özellikle AKP iktidarı ve Davos’taki o malum “one minute!” kriziyle başlamış, “alçak irtifa” hakaretiyle devam etmesine rağmen, ne yazık ki bu ülkeden Türkiye Cumhuriyeti Devleti olarak yine de 10 adet uçak alınmış olması düşündürücüdür.

Evet, Türkiye: İsrail’in bölgede kavgalı olduğu Hamas ve tüm Arap ülkeleriyle ilişkilerini düzeltebilecek tek ülkedir.
Türkiye Rejim olarak bölgede İsrail’e kısmen de olsa benzeyen tek ülkedir.
Türkiye Bölgede İsrail’le düne kadar iyi ilişkileri bulunan tek ülkedir.
Ve Türkiye Tarihte Ataları olan Yahudileri, dışlandığı İspanyadan büyük bir şefkatle ülkesine kabul etmiş tek millettir.
Buna rağmen İsrail, yediği sofraya kurşun sıkmıştır.
Türk kanı dökmüştür.
Hem de uluslar arası sularda.
Bu durum Lahey Adalet Divanına getirilmesi gereken bir durumdur.
Düşünüyorum da: Her türlü alçaklığı ile ünlenmiş bu katil ülke; “gerekirse yardım gemilerine silahlı müdahale ederiz” dediği halde, onca insanın, insani amaçla da olsa bu yolculuğa savunmasız gönderilmemesi gerekmez miydi?
Gelinen bu durum İsrail’in aleyhine olsa da, Türkiye’nin de lehine olmamıştır.
Zira İsrail’den alınabilecek birkaç kuruş tazminat, Türk Milletinin sarsılan kudretini asla düzeltmez.

Harun yavruoğlu












Ah istanbul!
Kâğıt, kalen ve mürekkeplerin hemşerisi,
sanatın ve sanatçının gönül efendisisin İstanbul.
Avrupalısın...
Asyalısın...
Cahilsin, evliyasın...
Gelişmişsin, geri kalmışsın İstanbul.
Yer yer kilise, şalolum; her yer camisin İstanbul.
Kürtsün, Gücüsün, Lazsın, Türksün, popsun, topsun İstanbul.
Türkan Şoray’ların, Ayhan Işık’ların, Fatma Girik’lerin şehrisin.
Ayın ve güneşin dostu:
Vapur vapur yolcu...
Balık balık ızgara ...
Gazete gazete, kitap kitap ve hece hece güzel Türkçesin İstanbul.
Bir yanı gündüz bir yanı gece(kondu )sun
Bir yanı efendi, bir yanı kölesin.
Bir yanı cellât, bir yanı şefkatsin.
Bir yanı yalan bir yanı gerçeksin İstanbul.
Şehirlerin efendisisin...
Efendilerin şehrisin istanbul.
Altında Yerebatan sarayı ve mafya alemleri...
Üstünde alemin hayran olduğu: Sultanahmet, Ayasofya, Kızkulesi, Topkapı.
Gelmesem de görmesem de benim de şehrimsin, hemşerimsin.
Hatsın, hattatsın, ebrusun, resimsin, sanatsın İstanbul.
Sirkeci.
Eminönü.
Kartal,
Maltepe,
Beyoğlu,
Ve Beylerbeyi’sin İstanbul
Gönlü bol
“Kim olursan ol, gel” diyenimsin İstanbul...
















Bu teşbihte günah var


Bu günkü siyasi güç tarafından Türkiye cumhuriyetinin kuruluşunda Atatürk’le birlikte kurtuluş savaşına katılmış ve Türkiye Cumhuriyetinin imarında çabalar sarf etmiş bir Türk evladı olan İsmet İnönü’yü sırf bıyıklarından ötürü Adolf Hitlere benzetmesi ne kadar inandırıcıdır.
Adolf Hitler ülkesi Almanya’yı ateşe atmış,
avrupa’yı yakmış yıkmış,
hırsı aklının önüne geçmiş,
Yok, yere ülkesinin ve dünyanın başını belalara sokmuş,
onlarca milyon insanın ölüne ve yaralanmasına neden olmuş,
onca Avrupa ülkesinin ekonomilerini iflas ettirmiş,
sadece kendi ülkesinde değil, Avrupa’da dahi
taş taş üstünde bırakmamış bir psikopattır.
Hitler’e benzetilen İsmet İnönü: wilson Churchill’i; o dahi denebilecek siyasi zekâsıyla ekarte ederek, ülkesi Türkiye’yi ikinci dünya savaşına sokmamayı başarmış bir barış insanı liderdir.
Adolf Hitler muhtemelen Darwinistti,
Oysa İsmet İnönü hiç tartışmasız Müslüman’dı.
Adolf Hitler hala dünyanın nefret ettiği bir lider olmasına
karşın, İsmet İnönü Türk halkı tarafından hala saygın bir asker
ve siyaset adamıdır.
Adolf Hitler faşist diktatördür.
İsmet İnönü özellikle 1950 seçimleriyle Türkiye’ye demokrasiyi getiren lider olmuştur.
Adolf Hitlerin yeterli bir askeri eğitimi olmamakla birlikte Alman Ordusunda onbaşılıktan devlet başkanlığına getirilmişken,
İsmet İnönü ise; esaslı bir askeri eğitimden geçmiş bir Türk subayı ve devlet adamıdır.
Adolf Hitler: Irkçıydı ve Alman ırkının dünyanın en üstün ırkı olduğunu savunurdu.
İsmet İnönü ise; ulus devlet geleneğini yerleştirmekten başka bir çabası ve iddiası olmamıştır.
Adolf Hitler: Ülkesindeki azınlık durumundaki Yahudileri kızgın fırınlarda yakarak, soykırım yapmış bir canidir.
İnönü için bu ve buna benzer en küçük bir insanlık ayıbı söz konusu değildir.
Sonuçta Adolf Hitlerin çılgınlığı Almanya’nın yenilmesine ve ülkesinin bölünmesine neden olurken,
İsmet İnönü’nün sağduyusu Türkiye’nin savaşlardan ve bunalımlardan zarar görmeden çıkmasını sağlamıştır.
Adolf Hitler’in özel hayatı karanlıklarla doluyken,
İsmet İnönü’nün olumsuz anlamda deşifre olmuş bir ilişkisine
rastlanmamış, Mevhibe’si ile yaşlanmıştır.
Adolf Hitler: haksız kavgasında yenilmiş ve hayatını intiharla sonlandırmış olup,
İsmet İnönü: yatağında Azrail’in çağrısıyla Allahın rahmetine gitmiştir.
Son olarak, Hz Peygamber: kâ¬fir, münafık, günahları açıktan işleyen ve bi'dat ehli olanlar hariç, diğer ölülerin arkasından güzel konuşulmasını buyurmuştur.
Referansı İslam olan herkese duyurulur.




Not: Sevgili Yaşar Bedri: Önceki haftaki köşe yazında şiirime eleştiri yaptığın için sana küs olduğumu belirtmektesin. Ancak bu doğru değil. Kırgınlığımın nedeni, konuşma üslubundan kaynaklanmıştır.
Ve sen de bunun farkındasın aslında...
















Seninle Aramızda Fark Var!


Evet, seninle aramızda fark var.
1. Sen bir yolcu otobüsünde ağlayan çocuğun annesini çocuğu neden susturmadığı için azarlayacak kadar cüretkârsın.
Ben ise çocuğu ağlayan kadına nasıl yardım edebilirimi düşünürüm.
2 . Sen misafirlerini ofisinde, koltuğundan kalkmadan karşılar
ve koltuğundan kalkmadan uğurlarsın.
Ben ise ayağa kalkar hatta önümü ilikler karşılar ve giderken
de kapıya kadar uğurlarım.
3. Sen daha çok sözlü ve yazılı kavgayı seversin. Ben ise
Gerek gördüğümde fiziksel kavgaya girebilirim.
4. Sen şiir ve edebiyat dünyasında önemli donanıma
sahip bir isimsin,
Ben ise bu konuda senden çok daha arka plandayım.
5. Ben karikatüre ve mizah dünyasında önemli birikim
ve başarıları olan biriyim.
Sen ise bu dalda herhangi bir iddia sahibi değilsin.
6. Senin hayatında çeşitli ideolojik zikzaklar olmuştur.
Benim hayatımda hiçbir dönem belirgin bir ideoloji
öne çıkmamıştır.
7. Sen ticari faaliyetlerinde başarılar elde ederken, ben, 30 yıl
devlet memuriyetinde bulundum.
8. Sen gerek gördüğünde insanları kırarak bir tarz yaparken,
Ben tarzım gereği insanlara karşı son raddeye kadar
sabırlı olmayı denerim.
9. Sen motor sporlarından ve avantür yaşamlardan hoşlanırken
Ben, daha evcimen daha romantik bir hayattan hoşlanırım.
10. Sen kırsal kültürle kent kültürünü kendinde
özgünleştirirken; ben, kent kültürünü kırsal kesime
taşımayı tercih ederim.
11. Sen görünüş ve hayat tarzı olarak daha mizahçı,
ben ise, daha çok şair duruşlu bir görünüm sergilerim.
12. Sen kalbini kırdığın dostunun gönlünü 15 yılda
almayı beceremezken, ben incittiğim arkadaşımın
ne yapar eder 15 günde gönlünü alırım.
13. Sen herhangi birine bir şeyler öğretirken azami agresif olusun,
Ben ise tam tersi olabildiğince zarif davranmaya çalışırım.
14. Ve son olarak Ben düşünene kadar sen karşıya geçersin
Evet, yaşar Bedri Özdemir! Aramızda fark var.










Ve Deniz Bitti!


ABD Eski Başkanı Bill Clinton,
T.C. Eski Başbakanlarından Merhum Adnan Menderes,
Eski içişleri Bakanlarından Hasan Fehmi Güneş,
Samsun Doğru Yol Partisi eski Milletvekili İlyas Aktaş,
DSP eski milletvekillerinden Şükrü Sina Gürel
Ve çiçek sulamasıyla meşhur Tunceli Milletvekili Kamer Genç; gönül ilişkileriyle akıllarda kalmış düne ait siyasi ünlüler olurken,
Son olarak CHP ve Ana muhalefet Partisi Genel Başkanı Deniz Baykal hakkında internet sitelerine düşen bir haberde:
Partisinden milletvekili olan bir bayanla ilişkisi görüntülenmiştir.
Bunun üzerine Deniz Baykal dört günlük bir suskunluğun ardından yaptığı basın toplantısında görüntüleri yalanlamamış,
hatta söylentilerin aksine olayın sekiz yıl öncesine değil, 15 gün öncesine ait olduğunu belirterek, deşifre olmasında etkili olduğunu düşündüğü Başbakanı ve iktidarı ağır bir dille suçlamıştır.
Baykal yaptığı kısa konuşmada:
Komplonun ahlaksızlık ve hukuksuzluk olduğunu vurgulamış.
“Üzerime düşen neyse yapmaya hazırım!” diyerek istifasını açıkladığında; siyasi dostları gözyaşlarına boğularak istifa etmemesini haykırmaktaydı.
Baykal’a kurulan çirkin bir komplodur.
Hatta bu komplonun ahlaksızlık olarak yorumlanması da doğrudur.
Ancak ne yazık ki, Deniz Baykal bu kusurun esas öznesidir.
Siz genel başkan olarak bir bayanı milletvekili seçtireceksiniz.
İddialar doğruysa bu bayanın eşine bir takım menfaatler sağlayacaksınız.
Ve sonra da bu bayan vekille özel ilişkiler içinde olmanız elbette siyasi intihardır.
Ve hatta Cumhuriyet Halk Partisine de Baykal’ında katkısıyla vurulmuş bir darbedir ayrıca.
Bu saatten sonra CHP kurmayları Baykalı geri döndürmekten ziyade ona yaptıkları hizmetlerden ötürü teşekkür etmelidirler.
Yaşanan olaylar komplo da olsa, bunun Cumhuriyet değerleriyle ilintilendirilmesi gereksiz ve inandırıcılıktan uzaktır.
Bir gün hırsız Nasrettin Hocanın evine girer.
Komşular sürekli Hocayı suçlarlar:
-Ama Hoca sen de kapıyı neden iyi kilitlemedin!
-Ama Hoca sen de neden derin uykulara daldın.
-Ama Hoca! ...
Hoca dayanamaz ve “yahu şu hırsızın hiç mi suçu yok canım!” der.
İşte o misal.
Komplo var mı? Var!
Komplo kurmak ahlaksızlık mıdır? Evet!
Hukuksuzluk mudur? O da evet!
Ama dedim ya Deniz Beyin de yaptığı da siyasi etiğe uygun mudur?
Ona da kocaman bir “Hayır!”
Evet, CHP bu saatten sonra Deniz Baykal’a Genel Başkanlıkta ısrarlı olmamalıdır.
Yok, ısrarlı olur da Deniz Baykal CHP Genel başkanlığına yeniden dönerse,
bu CHP ye ve Türkiye’nin umuduna zarar verir.
Çünkü artık siyaseten ‘Deniz’ bitmiştir.
CHP, derhal kaosu atlatıp Türkiye’yi kucaklayacak,
her kesimin sevgisini ve itimadını kazanacak yeni liderini, hatta başbakan adayını bulup meydanlara ve halka tanıtmalıdır.
Diğer tüm yollar, duygusal yaklaşımlardır ve umulan faydayı asla sağlayamayacaktır.
Benden söylemesi.










Olur, Böyle Vakalar!


Trabzonspor Şenol Güneş’le de olsa ligde beklenen başarıyı elde edemediği bir gerçek.
Ancak Fenerbahçe’yi Ziraat Kupası final maçında unutulmaz bir futbolla yenerek Türkiye Kupasını 8. Defa müzesine taşıması; hem de bunu taraftar fukarası olduğu Urfa’da başarması; sevenlerini bir başka sevindirmiş, uzun yıllardan sonra adeta yüreklerin yağ bağlamasına neden olmuştur.
Evet, Trabzonspor Türkiye Ziraat Kupasını aldıktan on gün sonra Şenol Güneş yönetiminde tekrar Fenerbahçe ile hem de İstanbul’da ligin şampiyonunu belirleyecek maça çıkacaktı.
Bir taraftan Fenerbahçe kulübü şampiyonluk hazırlıklarını organize etmekte, diğer taraftan Fenerbahçe taraftarları da “bu saatten sonra Fenerbahçe olarak şampiyonluğumuzu kimse engelleyemez!” inancına sahipken.
Çünkü aksini akıllarına getirmeye cesaret edememekteydiler.
Öte yandan Trabzonspor’un Ziraat Kupasını aldıktan sonra adeta Fenerbahçe’ye bir jest mecburiyeti, bir şampiyonluk borcu var gibi düşünmekteydiler.
Ayrıca, on gün önce Türkiye Ziraat Kupasını Trabzonspor’un kazanması Şenol Güneş’i ve onun çocuklarını rehavete sürükleyebilecekti.
Oysa bilmiyorlardı ki Şenol Güneş’i Şenol Güneş yapan aza kanaat getirmemesidir.
Yerel düşünmemesidir.
İdare-i maslahatçı olmamasıdır.
Resmin bütününe bakması, büyük düşünmesidir.
Kin tutmaması, ancak geçmişi de unutmaması ders çıkarmasıdır aynı zamanda.
Öylesine bir hezimetti ki yaşanan: Ne Trabzon unuttu 1996 yılını ne futbolcular ne de yöneticileri Trabzonspor’un.
Her türlü tertip ve düzenle karşı karşıya kalınmıştı o gün.
Şehir adeta kuşatılmış, Trabzonlu maç öncesi kendi şehrinde potansiyel suçlu muamelesine maruz kalarak maç havasına sokulmamıştı.
Öyle ki Yaşıyor olsaydı, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’ya; bir kent nasıl muhkem kuşatılır öğrenmiş olurdu.
İlk golü atan Trabzonspor’a beraberlik yetiyor olmasına rağmen iki talihsiz gol yiyerek şampiyonluğu kaybeden Trabzonspor taraftarları hayret ve şaşkınlıkları ılık gözyaşlarına dönüşmüştü 1996’nın can acıtan mayıs akşamında.
Bu tertip ve hak edilmeyen şampiyonluğun iki vicdanlı insanı; gerçeği deklere edince yani: “Şampiyonluk Trabzonspor’un hakkıydı” demesi nedeniyle Fenerbahçe eski başkanı Bay Ali Şen tarafından bu futbolcuları Fenerbahçe Futbol kulüplerinden kovacak kadar ihtirasına yenik bir tehlikeli insandı.
Bu hayal kırıklığından sonra ne yazık ki Trabzonspor taraftarı şuursuz bir öfke kriziyle Şenol güneşi eleştirileriyle hırpalamış, maçın kaybedilmesinde izah edilen faktörlerden çok, güya taktiksel hatanın etkisi olmuşmuş.
Şampiyonluğu son anda malum nedenlerle kaçırmış olmasının Şenol Güneş’i kahretmesinin yanı sıra hak etmediği daha nice eleştiriler neticesine, Trabzonspor kulübünden ve şehirden kalbi kırık ayrılmıştı.
İşte o Şenol Güneş: Adını koymasa da Fenerbahçe’den intikamını almıştır.
Trabzonspor taraftarının geçmişe ait ıstırabının da intikamını almıştır.
Ayrıca Trabzonspor kulübü olarak ne denli onurlu olduğunu da Bursasporlulara da göstermekle kalmamış. Bu arada Anadolu’da kendisinden başka bir kulübün şampiyon olmasına imkân sağlayarak, ucuz kıskançlıklar dehlizine düşmediğini dosta düşmana da göstermiştir.
Asla düşmanımız olmayan ve olmaması gereken Fenerbahçe her zaman güçlü bir rakibimizdir.
Ve futbol ne yazık ki böylesine hüzünlü hikâyelerle doludur.
Onun içindir ki Fenerbahçeli dostlarıma: “üzülmeyin futbolda olur böyle vakalar!” diyorum.













ALÇAK İRTİFA
(Tekrar)


Harun Yavruoğlu


Tarih: 16.01.2010 Saat: 07:35:15 (1121 okuma)
İsrail devleti ile geçen yıl Davos’ta başlayan zıtlaşma gün geçtikçe irtifa kazanarak bu gün Türk Milletinin hafızasında iz bırakan büyükelçi krizine dönüşmüştür.
Yayın hayatına girdiğinden beri izleme rekorları kıran Kurtlar vadisi dizisinde: İsrail’in Filistinlileri nasıl katlettiğinin gösterilmesine tepki olarak: İsrail hükümet ortağının ruh hastası yetkililerinin büyükelçimize karşı tertiplediği terbiyesizlik can sıkıcı boyulara ulaşmıştır.
Evet, Türk büyük elçisi İsrail parlamentosunda herhangi bir ofise çağrılmış; önce bir süre koridorda bekletilmiş,
Sonra kendisine o mekanda aşağılayıcı tavırlar ve ifadeler sergilenmiştir.
Türkiye’nin bu küstahlığa karşı aldığı tavır neticesinde İsrail devleti biraz da tartışılır bir üslupla özür dilemiş, bu özür bazı Türk yetkilileri ve biz Türkleri pek seven Arap kardeşlerimizce(!) memnuniyetle karşılanmıştır.
Allah Allah!
Ne var bunda?
Adam senin büyük elçini boş bir mekana çağırmakta.
Ardından onur kırıcı terbiyesizliklerini görüntülemek için gazetecileri de çağrılmakta...
Onların huzurunda büyük elçimizin eli dahi sıkılmamakta.
Sonra büyük elçimizi kendilerinden alçak bir koltuğa oturtan o
üç küstah yetkili; kabadayı edasıyla karşısında bulunan büyükelçimize aşağılayıcı bakışlarla adeta şiddet uygulamışlardır.
Ve sonra da densiz İsrail’in özür dilemiş olmaları diz çöküş olarak algılanmaktadır.
Ben ise o görüşte değilim.
Zira haksız yere rencide edilen bir Türkiye’min ıstırabı, özür dileyen kusurlu İsrail’den çok daha fazladır.
Peki neden oldu bütün bunlar:
Çünkü Türkiye İsrail’e “rahat dur!” dedi!
“Akıllı uslu ol!
Kötülük yapma!
Kan dökme!”
Öldürme!”
Dedi...
İşte bu şımarık bela...
Bu arsız lanetli...
Bu dağdan gelip bağdakini döven sözden anlamaz katil...
O birkaç milyon nüfusuyla, bölgede nüfuz kurmaya, hatta 72 milyon Türk devletini dahi kāle almamaya başlamıştır.
Bu amaçla o can sıkıcı görüntüleri dünyaya servis ediyor,
sonrada ülkemin kulağına sözde “pardon!” denmiştir.
Hem kel hem fodul bu İsrail’in özür dilemesinin sevinçle karşılanması, Türkiye’nin gücünün farkına varılamamasıdır.
Zira İsrail nezaketinden özür dilememiştir.
Kaldı ki özür dilenmesi belaya bulaşmamak için yine de çözüm demektir.
Ama bu özür asla bir sabun veya deterjan veya leke çıkarıcı değildir.
Ortada küçük düşürülen Türk devleti olmuştur ve bu durum maalesef Amerikanın Türk askerini çuvallamasına benzemektedir.
Ayrıca bu Salomon; Türkiye’den özür dilemiş ise, bunu yaptıran irade AK PARTİ iktidarından ziyade, MEHMETÇİĞİN gücüdür...
Yani o bazılarının yese doymayacağı TÜRK ASKERİNİN GÜCÜ...


Evet yazı böyle bitti.
Ve aradan bir kaç ay geçmedi ki İsrail Akdeniz'de Türk yardım gemilerini kuşattı ve 10 vatandaşımızı öldürdü.
Çünkü İsrail'in korkması gereken Türk Ordusu kendi evinde hertürlü kanaldan saldırı altında tutulmaya ısrarla devam edilmektedir.
İşte ayrıca içimi acıtan budur.














ANLAŞAMIYORUZ!




Harun Yavruoğlu
Tarih: 07.11.2009 Anlaşmazlıklarımız hızla şiddeti tetiklemekte ve çatışmaya dönmektedir.
Hoşgörü ve duygudaşlık en çok eksikliği hissedilen noksanlıklarımız arasında yer almaktadır.
Evet, sonuçta ortak noktayı bulamıyor, bir türlü anlaşamıyoruz.
Hadi anlaşamamakla kalmayıp adeta savaşıyoruz...
Ve çatıştıkça ayrışıyoruz, kamplaşıyoruz...
Laikçiler anti laikçiler ile anlaşamıyor, birbirlerinden nefret ediyor, ayrışıyorlar.
İkinci cumhuriyetçiler, ulusalcılarla anlaşamıyor, kapışıyorlar.
Anne baba çocuklarıyla çatışıyor. Bu çatışmalar artıkça sokaklarımızda elleri bıçaklı yüzleri solgun psikopat “sokak çocuklarımız” oluyor...
Farklı kuşaklar çatışıyor.
Artık nikâhta keramet bitmiş, birliktelikler pazara kadar sürmekte,
Anlaşamıyoruz...
Anlaşamıyoruz ve durum oldukça vahimdir aslında...
Öyle zevkler ve renkler meselesi değildir bu.
Esnaflar bir biriyle anlaşamamakta,
Aynı sanatla iştigal ediliyor olunsa da;
Edebiyatçılar,
Gazeteciler, hatta bilim adamları her fırsatta bir birlerinin kalemini kırmakta, her daim hır çıkarmaktadırlar...
Aynı durum ne yazık ki din ile iştigal eden şahsiyetler arasında da yaşanmaktadır.
Bu kutsal uğraş mensupları da ne yazık ki, birlerinden nefret etmekte, hatta bir taraf diğerini acımaksızın cehenneme postalamaktadır...
Kardeş kardeşin öldüğünü istemese de, olduğunu da hazmedememektedir.
Çelişkileri, çarpıklıkları ve haksızlıkları çizgileriyle dile getirme amacını güden karikatüristler dahi bu onurlu uğraşa rağmen birbirlerini acımasızca hançerlemektedir.
Anlaşamıyoruz... Ülkeler halklar anlaşamamakta savaşmaktadır.
Durum siyasi arenada da aynıdır.
Demokratlık sözde kalmakta, imkân dâhilinde iktidar muhalefeti ortadan kaldırmaya çalışmakta, muhalefet ise fırsatını bulduğunda iktidarı çiğ çiğ yemektedir.
Akraba, akrabayı akrep görmekte,
Komşu, komşusunun külünü suratına çarpmakta, yüzüne bakmamaktadır.
Kiracı ev sahibini bal kabağı sanmakta, İmam müezzinin canına ezan okumaktadır.
Anlaşamıyoruz, anlaşamıyoruz işte...














DOMUZUN GRİBİ!




Harun Yavruoğlu

Tarih: 01.11.2009
Bunca derdin arasında bir domuz gribimiz yoktu o da oldu sonunda.Domuz gribi üzerine günledir haber üstüne haber...
Domuz gribine rastlanıldı diye okullar birer hafta kapatılıyor.İyi de bir hafta sonra yine bir domuz gribi vakası olduğunda anlaşılan yine kapatılacak.Sonra yine üç kişide beş kişide daha rastlandığında tekrar kapatılacak.
Bu tuhaf telaşa ne gerek var.Domuz gribi olan okul değil ki kapatıyorsunuz.Hastalanan öğrenciyi kontrol altına alın eğitim devam etsin...
Domuz gribine karşı dünyada ilk önlem alan ülkelerden biriymişiz.Zira ülkemizde bu domuz gribi şehir efsanesine dönüştü.
Televizyonlar...
Haber programları...
Sağlıkçılar...
Etkililer, yetkililer...
Kıyametler kopuyor...
Neymiş domuz gribi hızla yayılıyor.
Türkiye bamyatarlasına dönecek havası estirilmekte, adeta bir boğuntuya getirilmekteyiz...
Ancak, daha aşıya başlanılmamış olunmasına rağmen bu domuzun dölü olduğu iddia edilen grip; domuzdan insana değil, insandan insana bulaşmakta olup,bu güne kadar bu meretten ölenlerin sayısı önce iki kişi olarak açıklanmış, fakat daha sonra bir kişi olduğu tespit edilmiştir.
Evet, toplam ölü sayısı bir kişi olmasına karşın cami cemaatine maskeler dağıtılmakta,
Okullar kapatılmakta,
Halka bayramlarda büyüklerin elinin öpülmemesi salık verilmekte.
Hatta sokağa çıkılmaması önerilmekte iken, buna mukabil
29 Ekim Cumhuriyet bayramı törenlerinde Cumhurbaşkanı yüzlerce protokol mensuplarıyla tek tek tokalaşmıştır.
Tokalaşmak istemeyen zevatın sanırım mazeretleri “domuz gribi” olmuştur.
Yahu işin tuhaf tarafı; Müslüman olmayanlar domuzun etini yiyip sefasını sürerken bize de cefasını çekmek kalmaktadır.
Öte yandan bir Müslüman’ın domuz gribinden ölmesi de ağır geliyor olmalı ki, yaşanan bu panik, bu telaş ondandır aslında.
Yoksa bu gribin adı deve gribi olsaydı eminim ki bu korkunun yüzde biri olmazdı bu insanlarda...
Ama domuz gribi işte öldürmese de yakalanması bozar bizi icabında.
Rahmetli şair Can Yücel kanser hastası olduğunu öğrendiğinde korkacağına, üzüleceğine kahkahayı basar. Yakınları onun bu vakur duruşuna şaşırdıklarında; o “ne yani koskoca bir Can Yücel gripten mi ölecekti. Elbette bana da kanserden ölmek yakışır” demişti. Ve öyle de öldü.
İşte bizimkisi o misal.
Müslüman dünyasında domuz gribinden ölelim, olacak şey değil tabi.
Ayrıca insanlar bu domuz gribi olmaktan çok sinir hastası olmuşlardır.
Kamplara ayırmıştır, bir taraf diğer tarafın aklına tükürmektedir sürekli.
Aşı vurulacaklar AK Partili kabul edilirken, vurulmayacaklar muhalif sayılmakta.
Muhalifler,” aşının yan etkisi var biz kobay mıyız?” demekte. Aşı vurulma taraftarı olanlar ise, domuzun şerrinden ilaca kudretine sığınmaya çoktan karar vermişler.
Büyüklerimiz boşuna dememişler; “Ayıdan post, domuzdan dost olmaz” diye.










Do Re Mi Fa Zıl
Harun Yavruoğlu
Tarih: 01.01.2008
Dünyaca ünlenmiş Besteci ve piyanist Fazıl Say "İslamcılar güç kazandı,
Türkiye'den ayrılabilirim" demesi üzerine başlayan sözlü,yazılı ve hatta çizgili çatışmalar günlerdir devam etmektedir.
Öyle işte her fazıl Şair Necip Fazıl değil ki Allah aşkıyla sanat icra eylesin.
Bu Fazıl da böyle bir fazıl işte.
Fazıl Hüsnü Dağlarca gibi.
İslamiyet’ten korkan ürken bir Fazıl.
Yetenekli, zeki, dahi çocuk, güler yüzlü, cin fikirli,sevecen ve şakacı…
Bir zamanlar Hande Ataizi’nin biricik aşkı ve şimdilerde Japonya’nın çikolata tenli güzeli Tomoko Yamaguçhi ile aşk yaşayan Fazıl.
Entelektüel aydın; düşünecek, gelişmeleri izleyecek ve gerekirse tavır koyacak.
İyi ama bu tavır işlemeyen hukuk adına, cezalandırılmayan suçlular adına, uygulanmayan imar planları gibi hususlar için vs… Yapılsaydı haklı olurdu ama dini değerler gerekçe gösterilerek tepki verilmesi, toplumun dini değerleriyle açıkça ters düşmek anlamına gelmektedir ki, bu haklı bulunamaz adı Fazıl da olsa.
Fazıl Say, İslamiyet güç kazanmışmış ya gidebilirmiş.
Gitmek için çok çirkin bir gerekçe. Talihsiz bir açıklama.
İslamiyet güç kazanmış. Yok, be!
Senin gördüğün İslamlaşma değil, iktidara yaranma yalakalıklarıdır aslında.
O görüntüler bir kıyafetten ibarettir.
Başka bir iktidar döneminde çıkarılıverir o kıyafetler.
Biz buna benzer ne gelişmeler görmüş, yaşamışız.
Bu ülkede önce bürokratlar iktidara yaranmaya başlarlar.
Ona göre bıyıklar kesilir. Ona göre namaza niyaza durulur. Hatta müdür konumundaki şahsın hangi camide cuma namazı kılacağı takip edilir ve derhal o mahalde namazlar eda ediliverilir.
Evet, o senin gördüğün aslında riyakârlıktır Fazıl.
Ama var olan esas problem köylüleşmektir.
Sallabaş hareket etmektir.
Zarafet, incelik, kibarlık kenara itilmiştir bu zamanda.
Bir dönemler papatyalar vardı ya aynı şeydi işte… Geçer bu günler.
Evet, Fazıl Say’ın bu tepkisini de asla haklı bulmamaktayım.
Ne demek Türkiye İslamileşiyor. Türkiye İslam değimliydi yani?
Türkiye AKP ile mi İslamlaşmaktadır yani?
Kaldı ki Fazıl Say Müslüman olmasa dahi İslam’dan rahatsızlık duymamalıdır.
Ancak şu bir gerçek ki bu Fazıl Say önemli bir sanatçımızdır. Türkiye’mizin gururudur. Atatürk’ün övgüsünü kazanan sanatçılar konumundadır. Aksine görüşler; ipe sapa gelmez saldırılardan ibarettir.
Giderse gitsin!
Alsın kızını defolsun!
Yolu açık olsun!
Yok, hayır bize yakışan bu saldırgan tepkiler değildir elbet.
Bu tepkiler öfkeli ve ilkeldir. Mantıkla ilgili değildir.
Fazıl Türk’tür ve bu topraklar onun öz vatanıdır. Onu kovmak kimin haddinedir.
Kaldı ki dünya bu sanatçımıza kucak açmaya hazırdır.
Onun bu topraklardan gitmesi aklı olanlara hüzün verecektir elbet.
Ancak Fazıl Say bu milletin dininden, bu millet de Fazıl’ın fikrinden korkmamalıdır.
Defol Fazıl Say, çok yaşa Seda Sayan yaklaşımları sağduyu sahiplerine yakışmaz.
Başbakan Tayip Erdoğan’ın Fazıl Say için “ O bu ülkenin sanatçısıdır, bu ülkeyi terk etmez” dediği gibi Fazıl Say’ın bu ülkeyi terk etmesinden yana değiliz.
Mücadeleyi gerektirecek haksızlıklar varsa kalması ayrıca zorunludur ve kalacaktır.
Ya da sanatın Vahdettin’i olarak anılacaktır.








ÖFKE GELİR GÖZ KARARIR




Harun Yavruoğlu
Tarih: 24.10.2009
Öfke Gelir Göz Kararır Öfke Gider Yüz Kızarır
Hepimizin bildiği bir fıkradır; Hoca birbiriyle husumetli olan iki komşusunu dinler ve ikisine de “haklısın” der. Bu duruma tanık olan karısı; “yahu hoca bu nasıl yaklaşımdır. İkisine de haklısın diyorsun. Oysa bunlardan birisi haklı ve diğerinin de haksız olması gerekirdi” deyince bizim Hoca; karısına da “haklısın” demiş.
Ancak benim anlatacaklarım bunun tam tersi bir durum.
Bizimkisinde her iki tarafa da “haksızsın” demek gerekiyor...
Öyle ya, bir tarafta senden başka kimsesi olmayan ve topraklarının beşte biri Ermenistan tarafından işkâl edilen ya da ettirilen bir Azerbaycan’ı, Ermeni sevdasına unutuverdik adeta.
Oysa Bu Kardeş Ülke Daha Çok Küçük.
Türkiye’nin Ermeni girişimlerinden sık sık küsmekte ve “ben ne olacağım!” telaşına düşmektedir... Fakat ne yazık ki bu iki kardeş ülkenin mevcut sorunları, olması gererken ilke, prensip ve üslupla değil, kendilerince abuk ortaya koydukları tepkilerle ifade ederek yeri göğü ayağa kaldırmaktadırlar.
Ancak Bununla Da Kalmayıp,
Semalarında dalgalanan ve Azeri Türklerinin şerefine emanet Türk bayraklarını hiç düşünmeksizin gönderden indirebilme cüretinin gösterilmesi, kardeşliğimizin ne denli kolay gözden çıkarılıp düşman pozisyonuna dönüştüğünü de göstermektedir.
Kaldı ki o bayraklar Azeri halkının özgürlüğü için o topraklarda şehit olan öz be öz Türk evlatlarıdırlar.
İşte Azerbaycan Türk halkının kardeşliğini dosta düşmana gösteren o şehitlikteki Türk bayrakları oradan indirilmemeliydi.
Kaldı ki, indirmekle kalmamışlar bayrak direklerini de oradan söküp atmışlar.
Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun konuyla ilgili olarak ilgililerle yaptığı temaslara verilen cevaplarda ayrıca moral bozucudur.
Yazık! Anlaşılan Azeri halkının şimdiki temsilcileri Türk Azeri kardeşliğinin şuurunda olabilmirler.
Azerbaycan’ın “kardeş” dediği Türkiye’ye reva gördüğü bu düşmanca tavır ilerideki yıllarda da unutulması oldukça zor olacaktır.
Kaldı ki Türkiye, bayrağını gönderden indirilmesine kolay kalay tepkisiz kalmaz, ve kalmazdı. Bunu Rumlar iyi bilir. Zira sınırda Türk bayrağını indirmek için göndere tırmanan bir Rum gözü karasının yıllar önce Kıbrıs’ta Türk askeri tarafından dünyası karartılmış, direkten canlı yere inememiştir. Ama ne çare ki Türk’e bu hakareti reva gören kendi öz kardeşimiz.
Bu yakışıksız, bu kardeşlikle bağdaşmayan ayıplı fiilin öznesi olan Azerbaycan son derece yanlış yapmıştır.
Ancak bir yanlışlık daha vardır ki o yanlışlık da bize aittir.
Bursa’da oynanan Türkiye Ermenistan milli maçında Azerbaycan bayrağının stadyuma sokulmayacağını günler öncesinden deklere ederek, daha sonra bunu FİFA kanalıyla gerçekleştirmiş olmak ta Azeri kardeşlerimizi içten yaralaması bakımından apaçık bir haksızlıktır.
Ama dünya ülkeleri böyle bir toplu durum belirlemişlerdir.
Evet, ne yazık ki, Ermeni’yle dost olmanın bedelini Azer kardeşini kaybetmekle ödeyeceksin şeklinde bir kurnaz plan tasarlanmıştır. Ve bu plan ne yazık ki bu günlerde Gerçekleştirilmektedir.
Şimdi bizim için, içinde bize karşı asla bir sevgi kırıntısı dahi olmayan fakir bir dostumuz(!) olurken, toprakları yeni dostumuz tarafından ele geçirilmiş, onurlu, zengin ve gözü yaşlı, kalbi kırık ve bize küs bir kardeşimiz var.
İşte bu durumdan ötürü biz de çok hatalı vaziyetteyiz.











FATİH TERİM


Harun Yavruoğlu


Tarih: 17.10.2009
Uzun yıllar milli takımın başında bulunan Fatih Terim pardon imparator, nihayet bir formalite maçının ardından; İbrahim Tatlıses vari pozlara bürünerek üzüle büzüle gitti.Ama daha diyecekleri varmış yapacağı basın toplantısında...
Kim bilir ne havalar atacaktır.Ne sitemler sallayacak biz futbol cahillerine... Haddimizi bildirecektir mutlaka.
Bildirecektir çünkü dokunulmaz bir hususiyeti vardır.
“ben” egosu uçmuş da uçmuş...
İşte bu yüzden “Ben” dedi başka bir şey demedi billahi koltuktan düşene kadar...
Üsteli mimik zengini...
Nice usta tiyatrocular tanırım vallahi hepsine rahmet okutur yüz mimikleri.
Sadece birbirine benzemeyen bin bir dudak mimiği vardı adamın. Bir bakın, mukayese edin arşivlere benzerine rastlamak mümkün mü?
Üstelik sevilmiş, sayılmış baş tacı olmuş her daim.
Oysa hatırlayınız bu zamana kadar Türk Milletine en büyük gururu yaşatan sahaların en efendisi, hocaların beyefendisi Şenol Güneş kardeşimiz, dünya 3.lüğüne rağmen “Neden Türk milli takımını dünya şampiyonu yapamadın” deyu ne hakaretler yemiştir. Ancak şimdi bu çevreler hala İmparator diye Fatih Terimi şakşak ta şak şak la mak ta dır lar.
Evet, Brezilya’M illi futbol takımına şansız bir şekilde yenildik diye nice kin dolu tenkitlere maruz kalmıştır Şenol Hoca.
Konuşmalarıyla dahi ahlaksızca alay edilmiş, giyimiyle, saç traşıyla dahi dalga geçmiştir bu şucu bucu amigolar tarafından.
Hatta aldığı para dahi fahiş bulunurken, bir kupalı imparator(!) Şenol Güneş hemşerimizden iki kat daha fazla maaş almasına ise bunlar; “Türkiye’de kaç Fatih Terim var” demişlerdir.
Fatih Terim sürekli olarak konumunu istismar etmiş ve bir öfke sembolü, bir afeti devran gibi sunmuştur kendisini kameralara...
Duruşu, asabiyeti, tepkileri Türkiye’nin imajına hiç yakışmamıştır.
Ayrıca, Ersun Yanal’ın milli takıma aldığı gol kralı olmuş bir Fatih Tekke’yi milli takımdan inatla silmiş, hatta açıkça görülen bir Trabzonspor karşıtlığı da; oynadığı takımında harikalar yaratan Gökdeniz’in de milli formayı giymesine ısrarla izin vermemiştir.
Bu karmaşık bakış ne yazık ki, bu gün Türk Milli takımının dünya kupasına gidememesinde esas neden olmuştur.
Evet, bu basın böyledir. Hani hükümetler kurduran, hükümetler yıktıran bu basın; sürekli olarak attığı abartılı manşetlerle bir efsane(!) yaratmış. Ama işin gerçek tarafı bu dünya kupası için çok şanslı bir kuradan çıkamamıştır.
Bu basın böyledir, ne isterse yapar...
Türk milli takım futbolcularını sürekli olarak Türk milletinin aslanları değil, Fatihin aslanları olarak kamuoyuna sunmuştur. Bu hormonlu iltifatlar ne yazık ki cihan padişahı Fatih Sultan Mehmet’e dahi nasip olmamıştır.
Evet, bu malum imparator ayrıca son yıllarda milli takıma yeni hiçbir yıldız kazandıramazken, kullanma tarihi geçen futbolculardan inatla medet umması da tam bir Fatih Terim klasiği olmuştur.
İltifatlardan acayip mayışırken, eleştirilere tahammül edememekte,hırçın ve hoş görüsüzlüğü, var olan bazı başarırlını da etkisizleştirmiş, ne yazık ki kendini aşamamakla da, imajı hızla tükenmiştir.
İstifa etmesi onun en akıllı taktiği olmuştur. Zira bıktıran hoşgörüsüzlüğü hoş görülmez hale gelmişti. Yani halkın ona verdiği kontör çoktan bitmişti artık.










ÇOK DA AÇILMAYALIM!


Harun Yavruoğlu


9.10.2009
Bu günlerde hemen her televizyonda açılım konularında konuşmalar ve hatta kavga dövüşler devam etmektedir.
Üstelik iyi de reyting alıyorlar.
Zira yıllarca konuşulamayan konular konuşuldukça; izleyenler gerilmekte ve ya
keyiflenmekteler.
Öyle ya bu dert, bu müzmin bela Türk halkının halkın otuz yılını
almış kör kuyulara koymuştur.
Kiminin oğlunu, yeğenini...
Kiminin akrabasını, çok sevdiği komşusunu ve dahası onuru, gururu, güvencesi, göz bebeği Mehmetçiğini hunharca katletmiştir bu adına terör dediğimiz bu püsküllü bela...
Televizyon ve çeşitli platformlarda sık sık gerçekleştirilen bu açılım konulu konuşmalarında; nasıl barış sağlanır?
Nasıl çözüm elde edilir formülleri aranmaktadır.
Ve bu çok doğru bir süreçtir.
Çünkü bu süreçte akıl ve duygularda işin içine dahil edilecektir ki, o zaman bir ortak yol oluşacaktır.
Tabi bu hususlar konuşulurken; sesler yükselmekte, zaman zaman kaşlar çatılmakta, ve yumruklar sıkılmaktadır.
Zaman zaman bu tartışmalara yabancı gazeteciler de dahil edilmekte ve neredeyse bunların tamamı PKK yı aklamakta bu kanlı terör örgütünün kan dökücü, fesat çıkarıcılıklarını masumiyet olarak yansıtmaktadırlar.
Ve doğudan, güney doğudan geliyoruz diyen bunlar doğru söylemektedirler. Zira bunlar sürekli o insanlarımızı oralarda kışkırtmakta. Halka devlete karşı kitlesel eylem nasıl yapılır öğretmektedirler.
Evet, önceki hafta Kanal D de yayınlanan 32. Gün programı bu anlattıklarıma çok uygun bir seyir izlemiştir.
Her zaman bilim adamlığını ve özgür düşüncesini çok beğendiğim Doğu Ergil ile daha çok bir asker cesareti ve vatan sevgisini hissettiren emekli orgeneral arasındaki tartışma çok manidardı.
Birisi diğerini PKK‘cı ve bölücü olarak lanse ederken,
Doğu Ergil de Emekli Orgeneral Pamukoğlu’na aşağılayıcı üsluplarla hitap etmekteydi.
Bu durumdan cesaret alan bir hanım gazetecimiz de paşanın ruh halinin çatışmalarda arızalandığını dile getirmekte iken,
Bıyığını sevdiğim bir yabancı gazeteci de baya haddi aşarak Pamukoğlu nezdinde Türk askerine ve milletine kabul edilemez hakaretler edebilmiştir.
Tabi bütün bunlardan görüşmeye Ankara’dan katılan Eski kültür bakanı Namık kemal Zeybekte nasiplenmiş;
Bu ödlek olduğu kadar da küstah yabancı gazeteci Namık kemal Zeybek’e terbiyesizliğini(!) hatırlatmış ve onu güya terbiyeli olmaya davet etmiş ve edebilmiştir.
Bu zat bununla da yetinmeyip, Türk Cumhuriyetinin onurlu ver şerefli generalini eli kanlı katil den de korkunç göstererek “şimdi burada senden korkuyorum!” diyerek Pamukoğlunu ne denli saldırgan, kana doymayan eylemci gibi sunmaya çalışmış, ancak PKK terörünü ise zorunlu bir hak arama yöntemi olarak göstermiştir.
Yayınladığı makalesinde; “Türkün ayranını kabartmasınlar...” diyen Namık Kemal Zeybek aynı ekibin hışmına uğramışken, sohbet ilerledikçe, o grubun sözcüsü durumunda gözüken Doğu Ergil’den okkalı bir takdir ve alkış almayı başarmış(!) ve “vatan, millet, devlet...” diyen
Kürtlerin ana dilini öğrenmek gibi haklı taleplerinin karşılanmasının gerektiğine inandığını da ifade eden Pamukoğlu; yine de yalnız ve haksız ve gaddar gösterilmiştir.
Ülkemin bölünmesine fırsat verilmeksizin barışa giden yolun açılmasında ne gerekiyorsa onun yapılmasından yanayım.
Ancak daha seviyeli lütfen!






























Sıpa Bir Çocuktur Öz Deyişlerde




Eşek uzun kulaklı binek ve hizmet hayvanıdır.
Merkep, karakaçan olarak da anılır. Lakin değişmeceli anlamda kaba, yeteneksiz ve inatçı hususlarını da içerir.


Ayrıca odun kesmek ve ya benzer işlemlerde kullanılan üç veya dört ayaklı sehpalara da eşek denir.


Duygusuz, kaba, düşüncesiz insanlara da eşek denir ayrıca.


Örnek vermek gerekirse; “Eşek ne anlar hoşaftan.”


Bu ifadeyle, beğenilecek bir şeyin kıymetini anlayamayan kimseler kastedilir.


Fiziksel anlamda aşırı gelişmiş insanlar için de “eşek kadar olmuş” denilir.


Veya başka bir eşekli ifade de “Eşekkulağı kesilmeyle küheylan olmaz.” İfadesi, niteliksiz bir insana ne yapılırsa yapılsın durum değişmez anlamı yüklenirken, “Eşek kuyruğu gibi ne uzar ne kısalır” öz deyişinde de anlatılmak istenen aynı hususlardır.


Evet, Türk toplumunda at bilindik dost hayvanlardandır. Ancak eşek’te oldukça yakın durmuştur hizmetleriyle kapılarımızda, esprileriyle mizah sanatımızda.


Eşeği düğüne çağırmışlar,”ya su lazımdır ya odun”


Eşeğe gücü yetmeyen semerini dövermiş,


Eşekten düşmüş karpuz gibi olmak veya


Eşek sudan gelinceye kadar…


Öz deyişleriyle tarih boyu eşekle çok yakınlığımız olmuştur.


Hoca Nasrettin ve eşeği fıkralarda neredeyse Hoca kadar meşhurken,


Rahmetli Müzik adamı Barış Mançu’nun “Arkadaşım eşek”


Şarkısıyla, adeta yediden yetmiş yediye hepimiz birer eşek sever olmuşuzdur.


Eşek arısı,


Eşekbaşı,


Eşek cenneti,


Eşek davası,


Eşek dikeni,


Eşek bostanı,


Eşek inadı,


Eşek kafalı,


Eşek sıpası,


Eşek şakası,


Şeddeli eşek,


Uzuneşek,


Marsıvan eşeği,


Yaban eşeği… Gibi ifadeler mevcuttur dilimizde.


Sıpa eşekle aynı kavramların daha da şirince sidir. Sevimliliği ile ve özellikle gözlerinin güzelliği ile adı Türk Mizah Dergilerimize dahi verilmiştir.


Ancak ne yazık ki bu günlerde “sıpalandığı ” iddiasıyla bir malum kişinin dava açması mizahın açmazı haline gelmiştir.


Bir insan görüntüsüyle elbette ki insandır.


Asla leopar, aslan, eşek, tilki değildir. Ancak, kurnaz ise, tilkiye güçlü kuvvetli ve lider vasıflı aslana benzetilebilir.


Bura da hayvanlar nezdinde eleştirilen veya övülen kişilerin ortaya koydukları duruş ve yaklaşım biçimleridir.


Hakaret doğrudan kişiliklerin şahsiyetlerini hedef alması halinde suç unsuru sübut bulmuş olur.


Bu düşünceden hareketle TC mahkemeleri Başbakanı eleştiren karikatürler de dahi hakaret kastı olmadığını, demokratik, özgür toplumlarda olağan bir eleştiri hakkı olarak görüldüğünü beyan etmişlerdir.


Böylece, yüce adalet demokrasinin gelişmesine unutulmaz bir katkı sağlamışken, varlık sebebi, çelişkileri çarpıklıkları çizgiyle dile getirmek olan bir çizerin(!) başka bir çizeri mahkemeye vermesiyle demokrasi ufkunu veya kişisel zavallılığını ispatlamıştır.


“Hırsızlama” denildiğinde susan, araklama denildi suspus olan onurlu(!) insan sıpa kelimesinde hakaret icat edebilmiştir.


Bu durumda diğer iddiaları kabul buyurduğuna göre, bu zat-ı zevat-a karika türtükleyici denilebir mi acaba.


İnsan şöyle de düşünüyor; Acaba Bu zat, “hırsızlama, araklama” ifadelerini neden dava konusu yapmadı? Dava konusu etseymiş bal gibi dal gibi ispatlanacağı korkusu mu vardı ki dava konusu yapılamadı ve yalandı yutuldu sessizce.


Ne demeli, Allahın Hikmeti işte.














Harun YAVRUOĞLU


A d a m O l m a k,


Sevilen, güvenilen yakın arkadaşlıktan yola çıkarak paylaşma arzusunun sır kardeşliğine dönüştürülmesidir adam olmak.
İyinin ve kötünün ötesinde meraklı soru işaretlerinden uzak, kuşku götürmez bir güçlülük ya da bir sevgi patlaması yapabilmektir.
Hasreti çeken ve hasreti çekilen, aranan ve aranılan olmak,
Başını göğsüne yaslamak için sevgiyi ona doğru büyütmek,
Sözü bir mıh gibi geçen olmaktır adam olmak.
Adam olmak kendisine bir harf öğretenin kölesi olmaktır.
Çalışmak, üretmek, vergi vermek, paylaşmak, sevmek, sevilmek, korumak kollamaktır adam olmak.
İhtiras, kıskançlık ve şaşkın hezeyanlar irsi düşmanıdır adam olmanın.
Adam olmak, güvenilir olmaktır, olduğu gibi görülen, göründüğü gibi olmaktır.
İlkeli, kılık değiştirmeden, ruhta ve bedende erdemli görülmektir.
Aklın ve kişiliğin ödülü, bencilliğin düşmanıdır adam olmak.
Adam olmak şefkatte anne gibi, erdemde baba gibi, duyguda kardeş gibi ve orman gibi bir olmaktır adam olmak.
Dostun başı dara düştüğünde yanında olmaktır.
Adam olmak Mütevazı, yüksek şahsiyet, erdemle bağlılık alçak gönüllülük ve mutlu edici olmaktır.
Bu günü kışkışlayarak zamana ters düşmek değildir adam olmak,
Unutmamak, ahde vefa göstermek, kadir kıymet bilmektir adam olmak.
Ötekini kendisi, kendisini ötekileştirmeden sevmek, akıl mantığı kadar duygu mantığını da kullanmaktır.
Çıkarları için küçülmemek, önemli olmaktan çok değerli olmaktır adam olmak.
Sitemleri içinde susturmak, sabrı büyütüp orman yapmak, yüceldikçe alçak gönüllü olmaktır adam olmak.
Adam olmak duygudaşlıktır.
Adam olmak, Güçlüden yana değil, Hak’tan, haklıdan yana olmaktır.
Şekil ve biçimlere, makam ve mevkilere masa ve kasalara takılmadan, kozmetik görüntülere aldırmadan yalnızca insan olduğu için sevmektir adam olmak.










Harun YAVRUOĞLU
O bir düşün adamı
Bu şehir anam gibi babam gibidir bana. Bu şehirde büyüttüm çocukluğumu. Kemerkaya’nın yosun kokusunu bilirim. Ganita’nın gün batımını, Faroz’un balıkçı motorlarını, yazlık sinemaları bilirim bu şehirde.
At arabalarını, Chevrolet taksileri, rugan ayakkabılı yüksek ökçeli rengarenk giysili şık bayanları, bayları, gülen çocukları, saygılı gençleri bilirim. Bu şehirde.
O yüzdendir bu şimdikine itirazım. Karşı koyuşum bu yüzdendir.
Silahlı, külahlı ve günahlı bir hal aldı bu şehir.
Ne Kemerkaya kaldı şimdi, ne de burnumun özlediği yosun kokuları.
Günden güne çoğalan çarpıklıklara çelişki ve haksızlıklara karşı adeta
Teslim oldu bu şehir. Çizgi polisi birkaç karikatürist hariç.
Bu çirkin ve kötü gidişe; fırçasıyla, sazıyla, sözüyle,
şiiriyle dur diyen, demesi gereken birkaç sanatçı ve sanat dostu hariç.
Bu şehir polisle, jandarmayla zarla, zorla değil; Sanatla, sanatçıyla güzelleşir ancak.
Ancak, ne yazık ki ömrünü çizgileriyle, toplumsal sorunlara, ekonomik, siyasal ve sosyal sıkıntıların çözülmesine çözüm arayan ve hayatını bu sanata adayan
bir düşün adamı,
bir usta,
bir karikatür çınarı,
saçma saban iftira ve ithamlarla küstürülmek devrilmek istenmektedir.
Hayır Avrupa birliği kapısından girmekte olan ülkemin hukuk anlayışı buna izin vermeyecektir. Ona, yani sanatçıya, yani sanata ceza vermeyecektir. Vermez.
Artık Ülkemin Hâkimleri; Sanata ve sanatçısına daha yakındır dünden. Aksini deneyenler Başbakan da olsa sonuç alamamıştır, alamayacaklardır.
Ancak sözde hakarete uğradığını beyanla mahkemeye koşan zatı muhtereme; Yahu kardeşim, “Birbirlerinin kucağına oturuyorlar… Yalaşıyorlar… ve daha nice ahlaka mugayir ifadeler kime aitti ve kimin içindi?
Hadi erkekçe, mertçe söyle. Korkma senin gibi mahkemeye de gitmeyeceğim. Hadi söyle.
Ama nerde sende o yürek?
Evet, mahkûm olmasını istediğin o zat senin bu ve benzeri edep dışı sözlerinin hiç birini sana kullanmadığı gibi, senin için kaç kere bu şehrin altını üstüne getirmiştir. Yazıklar olsun vefasızlığın sarışın rüyalarına…
Mahkûm olmasını istediğin o zat, yüz kere usta, yüz kere karikatürist ve dürüst bir sanatçıdır ve ülkemizde günlük karikatür çizme yetisine sahip üç beş karikatüristten biridir üstelik.
Öyle yılda birkaç karikatürü ancak yardımlaşa çizebilen, ona buna ait olanı sahiplenebilen bir sahtekar da değildir.
Ama biz onu yalnız bırakmayacağız. Bütün gücümüzle bu saldırının karşısında, Nizamettin Mollasalihoğlu’nun yanında olacağız. Çünkü onun yıkılması, daha çok cehalet, daha çok kaos ve daha çok lay lay lom demektir.
Olurda bu hukuk savaşında Nizamettin Mollasalihoğlu yere düşer de
Bu bunun gibi sanat düşmanlarını daha da mutlu olmaları için otuz yılda 13 sergi açan dört albümü yayınlanan bir karikatürist olarak sözümdür. Bu şehirde Karikatür Sanatıma son vereceğim.
Evet böylece meydan göçeklere, böceklere kalacak.
İşte o zaman “meraba tele vole”
Harun YAVRUOĞLU
Trabzon Karikatürcüler Derneği Başkanı










SEVGİLİ SERDAR BALİ!




Harun Yavruoğlu
Tarih: 09.05.2009 Saat: 08:22:22 (1871 okuma)
Çömlekçi caddesi, Ayasofya caddesi
Erzurum caddesi, Kahramanmaraş caddesi
Kunduracılar caddesi, Çukurçayır caddesi
İnönü çaddesi, Hasan Saka caddesi
İran caddesi... Trabzon caddelerinden bazılarıdır.
Her hafta Lig TV ekranlarından Futbol üzerine yorum yapan eski Milli futbolcumuz sevgili Serdar Bali’nin ifade edildiği gibi Trabzon da toplam iki değil, 84 cadde bulunmaktadır.
Öyle milyonlarca insanın gözüne baka baka “Trabzon’da zaten iki cadde var” demek doğru olmadığı gibi bu şehre haksızlıktan öteye hakarettir.
Bilerek veya bilmeyerek, birileri bu şehri güdük göstermemeli, küçük düşürmemelidir.
Bu şehir Karadenizin en önemli iki şehrinden biridir.
Bu şehir Türkiye Büyük Millet Meclisinden “Büyük Şehir” olma hakkını istemektedir ve bunu da fazlasıyla hak etmektedir.
Öyle Ali Kemaller, Kadirler, Cemiller, Şenollar, Turgaylar, Necatiler Hüseyinler Necmiler, Bekirler,Tuncaylar ve Serdarlar... İki cadde, beş mahalleye sığmaz.
Trabzon bir markadır.
Sporuyla, tarihi ile, kültürüyle, duruşuyla bir markadır.
Bu şehir büyüktür. Hatalarıyla, günahlarıyla sevaplarıyla da büyüktür.
O dediğin iki caddeden fazlası Trabzon’un bir beldesinde var sevgili Serdar.
Küçük, fakir, ve elleri koynunda bir Trabzon tarif etmek, bu şehrin futboluyla tanıtımına büyük emekler veren sen gibi bir değere yakışmaz.
Kurduğunuz cümlelerinize malzeme yapmak için bu şehri daha fazla tozlamayınız.
Ayrıca belirttiğin gibi “Trabzon kıymet bilmez” sözü de doğru değildir.
Tam tersi Trabzon kadir kıymet bilen bir şehirdir. Zira bu şehre emek verenlerin isimleri şehrin pek çok yerlerinde mevcuttur;
İşte; Trabzonspor caddesi,
Şenol güneş Caddesi
Büyük Cemil Caddesi ve
Hatta “Serdar” Caddemiz bile vardır bu şehirde.
Sahilde şampiyon olmuş sporcuların adına anıtlar dikmiş, ayrıca şehrin yazarları, şairleri, ressam ve karikatüristleri için taksim parkının güneyinde mütevazı de olsa bir levha mevcut bulunmaktadır.
Ve Trabzonlu olan ve Özkan Sümer Ahmet Suat Özyazıcı, Şenol Güneş, Ali Kemal, Turgay, Necati, Sadi Tekelioğlu, Giray Bulak gibi ... İsimler Trabzonsporda başarıları oranında hocalık yapmışlardır.
Zaman zaman ağzının iyi laf yaptığını söylüyorsun, ancak ben sizin gibi düşünmüyorum.
Zira gereksiz kehanetlerde bulunmakta ve sık sık yanılmaktasın...
Her daim Trabzonsporlu olduğunu, her defasında sen, “eskiden eskiden futbolcuydum topcuydum” demek zorunda mısın?
Boş ver bunları...
Serdarı bilmeyen futbolu ne bilir ki ?
Kaldı ki onlara Serdarı anlatmak Serdar’a değil, Serdar’ı tanıyanlara vazifedir ve bu vazife fazlasıyla da yapılmaktadır.
Sevgili Serdar Bali!
Erman Toroğlu’nun Trabzonspor karadeniz takımlarına kötülük yaptı sözüne; “Hayır! Biz Karadeniz takımlarının ağabeysisiyiz!” demek Trabzonsporu savunmak değildir.
Trabzonspor hiçbir kulübün ağabeyi, kardeşi, dayısı, amcası değildir.
Bu kavramlar futbolun içinde mevcut değildir.
Karadeniz ve diğer Türkiye futbol takımları Trabzonsporun onurlu, şerefli rakipleridir.
Bu yoğun mücadele ortamında ayakta kalamayanlar elbette ligden düşer, kalanlar yoluna devam ederler...
Öyle değil mi sevgili Serdar?
Küme düşecek takıma nasıl iyilik yapılabilirmiş, neden sormadınız Erman Hocaya?
Trabzonspor şike mi yapmalıydı? O takımlara yenilmeli miydi yani?
Kaldı ki Trabzonspor; sözde ağabey olmak adına ligdeki beş altı Karadeniz takımına kümede kalsınlar deyu yenilseydi, değil şampiyonu olmak, ligde kalabilir miydi bu günkü Trabzonspor olabilir miydi?
Trabzonsporun diğer Karadeniz takımlarına kötülük yaptığını söyleyip sizi gaza verenlere hatırlatsaydınız; yakın tarihte Fenerbahçenin, kendi şehrinin futbol takımı olan İstanbulspor’a üç puan verseydi İstanbulspor o yıl ligde kalacaktı.
Ancak Fenerbahçe ve öteki hemşehri takımları zor durumdaki İstanbul spora haklı olarak acımamışlardı.


Evet, tekrar hatırlatmak isterim ki; Trabzon sanatçılarıyla, sporcularıyla, siyasileriyle, doğasıyla, çeşitli başarıları ve hatta sorunlarıyla büyük bir şehirdir.
Ayrıca 2 değil, 84 caddesi varıdır.


(NOT: Yapýlan yorumlardan kiþilerin kendileri sorumludur. Sitede yayýnlanmalarý, onlarý destekliyoruz anlamýna gelmez. Düzeysiz veya konuyla ilgisiz yorumlar yayýnlanmayabilir.)


Yorumlar


Gönderen: osman AKYÜZ


Tarih: 11.05.2009 10:28:41


Şehir: TRABZON


sevgili dostum. futbolculuk hayatında bizlerı gururlandıran sevilen topcumuzun.şimdı bir mıkrofon uğruna olsa bile bizlerı kırması affedılır gibi deyıl, gaf yaptığını düşünerek,bu konuya bır acıklık getıreceyını temenni edıyorum. hassasıyet gösterenlerıde tebrık edıyorum. sevgılerımlej


Gönderen: selçuk okan kartal


Tarih: 09.05.2009 14:20:48


Şehir: trabzon
Muhterem Beyefendi yazınız gerçekten çok yerinde. Ne yazık ki tvden para karşılığı yorum yapan bu kişi sahadaki meslektaşlarına sahtekar diyecek kadar bağnaz olmuştur. Bu insanlar bu şehirle bir yerlere geldiklerini unutuyorlar. Ama birgün o insanların kendinden neden nefret ettiklerini anlayacaktır.j
Gönderen: ahmet güney


Tarih: 09.05.2009 10:08:20


Şehir: trabzon
gerçekten çok yerinde bi eleştiri,tebrikler...j